İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Haldun İlkdoğan ile Yeni Kitabı Pungfincim’i Konuştuk


• Haldun Bey merhaba! Önce sizi tanıyarak başlayalım mı?

Merhaba Resul Bey. 1986 yılı Adapazarı doğumluyum. Hayatımın ilk beş yılını Adapazarı’nda ve İzmir’de geçirdim. Sonrasında büyük bir kısmını Ankara’da ve küçük bir kısmında da yollarda geçirdim diyebilirim.

Eğitimimden kısaca bahsetmem gerekirse, Lisans eğitimimi Ege Üniversitesi, Peyzaj Mimarlığı Bölümü’nde ve bir dönem de Polonya Varşova Yaşam Bilimleri Üniversitesi’nde okuyarak, 2009 yılında bölüm birinciliğiyle tamamladım. Sonrasında İstanbul Teknik Üniversitesi, Mimari Tasarım Yüksek Lisans Programı’na girdim ancak amaçlarımın ve hayallerimin dışında bir şeye dönüştüğünü fark edince 2012 yılında, tez aşamasında eğitimimi sonlandırdım. Bu dönem, aldığım başka kararlarla birlikte benim kırılma noktam olmuştur. Bununla birlikte gündemimde oldukça fazla düş üretmek ve yazmak vardı ancak üniversitede Araştırma Görevlisi’ydim ve bir şeyler devam etmek zorundaydı. 2013 yılında tesadüfen karşılaştığım Atılım Üniversitesi Mimarlık Bütünleşik Doktora Programı’na geçerek akademik hayatıma kaldığı yerden devam etmeye çabaladım ve 2018 yılında mezun oldum.

Hala kurumsal olarak akademisyen unvanıyla hayatıma devam etsem de her zaman bir düş üreticisiydim ve bunu sahip olduğum en değerli özelliğim olarak görmekteyim.

• Yazmaya başlama serüveninizi merak ediyoruz. Bize edebi yolculuğunuzdan bahseder misiniz?

Hayallerimi gerçekleştirmek için hep planlarım vardı. Ancak 2012 yılında hayallerime ulaşmak için attığım adımlarda bir şeyler ters gitmeye başladı ve zorunlu olarak kararlar almam gerekti. 2012 yılı Ekim ayında o güne kadar ince ince işlediğim, günlerce emek verdiğim hayallerimden hiçbiri yoktu artık. Büyük bir belirsizliğin ortasındayken aslında hayalim sandıklarımın zaten hayatın standart akışında dayatılan şeyler olduğunu ve bu hayatta olmak isteyeceğim kişiden de beni oldukça uzaklaştırmış olduğunu gördüm. Bu, o güne kadar yaşıyor olduğum ama farkında bile olmadığım kendi dünyama doğmamı sağladı. Çok da uzun sürmedi, aynı yıl Kasım ayının sonlarında eskisinden daha büyük ve kesinlikle sadece bana özgü yeni hayallerim vardı. Her akşam saat dokuzda masa başına geçen, ışıkları kapatıp bütün dünyayı susturan ve bir mum ışığında düşlerini kâğıda akıtan birine dönüşmüştüm. Yazmaya başladığım şey ise fantastik bir çocuk romanı serisiydi.  

Yazmaya başlamadan önce de hep yazmak istedim ama koşullar buna bir türlü elvermiyordu. Ara ara bir fantastik romanın taslağını oluşturmaya çabalıyordum. Henüz tamamlanmamış bir taslaktı, bunu beklemeden yazmaya başlamıştım çoktan. Vakti gelmişti. Üç kitaptan oluşacaktı, belki dört. İkinci kitabın yarısına kadar yazdım fakat karakter bir zindana düştü, bir zindana nasıl düşüleceğini biliyordum ama oradan nasıl çıkılacağını deneyimlemediğim için orada kaldı. Kim bilir, belki artık onun da vakti gelmiştir…  

Sonuçta ikinci kitabın yarısında kalsam da elimde serinin birinci kitabı vardı ve yayınevlerine gönderdim. Bu sırada da yazmayı bırakmadım, başka ve daha kısa düşler üretmeye başlamıştım. Yine de o güne kadar hiçbir şey yazmamış ve birden fantastik bir seri yazmaya kalkışmış bir insanın yayınevine gönderdiği dosyayı tahmin edersiniz. Bugün o dosyaya bakıyorum da o kadar da düzeltmiştim halbuki… Ama dosyanın içerdiği evrene, ürettiğim düşe güveniyordum ve beni yanıltmadı. Başlarda hem romanım için hem de sonrasında yazdığım diğer hikayelerim için yayınevlerine gönderdiğim maillere ve postalara çok sayıda ret yanıtı aldım. Daha kısa oldukları için bu maillerin geneli hikayelerimeydi. Çoğu cevapta dosya hakkında fikir olmuyor, ama bazılarında yazıyordu. Böylece yazarlığa yeni adım atmış biri için ürettiği metin hakkında söylenen tek bir cümle eleştiri ya da yorumun bile ne kadar besleyici olduğunu öğrenmiş oldum. Sonrasında insanların vaktine ve söyleyeceklerine kıymet vererek bazı ret mailleri için yayınevlerini aradım ve editörlerden dosyam hakkındaki fikirlerini söylemelerini rica ettim. Bir editörün dosyanız hakkındaki fikirlerini duymak o kadar değerli ki, söyledikleri her eleştiriyi biriktirmeye başladım. Bu beni en çok geliştiren şey oldu ve şimdiye kadar bana vakit ayırmış editörlere minnet borçluyum.

Gelelim fantastik roman serisinin akıbetine. Birkaç ret mailinden sonra bazı iyi yayınevlerinden güzel dönüşler aldım, görüşmeye çağırıldım ve bir tanesiyle 2016 yılının başlarında sözleşme imzaladım. Fakat hayatın akışında başka aksaklıklar çıktı ve öylece kaldı. Şimdi o serinin hikayesiyle ilgili daha nitelikli planlarım var.

Ne olursa olsun yazmaya ve yayınevlerine dosya göndermeye devam ettim. Yine ret mailleri, yine sözleşmeler ve başka başka aksaklıklar derken 2020 yılında bir mail aldım. O anın bütün detaylarını hatırlıyorum. Mutfakta biraz işim vardı, mail geldiğinde telefonu cebimden çıkardım baktım, ekranda İthaki Çocuk yazıyordu. Dedim sonra bakarım yine ret mailidir, o kadar alışmışım ki. Ama içimden bir ses aç oku diye çekiştirdi aklımı. Neyse, açtım maili “Puh Canavarı ve Cesur Suzi” içindi. Açıp tekrar tekrar kaç kere okudum bilmiyorum, hatta “Olumsuzluk eki yok değil mi? Yanlış görmüyorum.” diyerek ekran görüntüsü alıp ablama da göndermiştim.

Çok uzattım sanırım ama böyle bir yolculuktu benim için ve çok öğretici bir tecrübe oldu. Sonuç olarak şu anki halimden çok memnunum. Hayatımda sahip olduğum ve olabileceğim en iyi şeye dönüştüm: Kendime.

• Sinematografik Mekânın Tasarımı ve Algısı adlı ilk kitabınızdan sonra çocuk kitaplarınız yayımlandı. Çocuk kitaplarını size sevdiren şey neydi? Sizin çocuk kitapları yazmanızın sebebi nedir?

İlk yayımlanan Sinematografik Mekânın Tasarımı ve Algısı kitabım sinema ve mekân gibi iki konu üzerine şimdiye kadar yaptığım çalışmaları bütünleştirdiğim bir eserdir. Hayata dair gerçek ve gerçeklik adına sorgulamalarımdan doğmuştur. Fakat ondan önce ben zaten çocuk kitapları üzerine çalışıyor ve yeni üretimlerde bulunuyordum.

Çocuk kitaplarını sevmek benim için yeni bir şey değil, ya da sonradan kazandığım bir şey de değil. Hep sevdim. Ben çocukken gazeteler eklerinde resimli çocuk kitapları verirlerdi. Öyle zamanlarda kırtasiye açılmadan gider kapısında beklerdim. En çok sevdiğim şey zaten o kitapların kâğıt ve mürekkep kokularıydı. Dahası içerdikleri evrenlere tanık olmak hoşuma giderdi. Şimdi de çok farklı değilim. Otuz beş yıllık bir insan olsam da kütüphanemde akademik kitaplarımın arasına karışmış çok sayıda çocuk kitabım var. Gerek hikayeleri için olsun gerekse çizimleri için olsun çocuk kitapları kopabildiğim bir şey değildir. Açıkçası kopmak gibi bir niyetim de yok. Bir de hepsinde olmasa da çoğu çocuk kitabının samimiyetine ve sıcak anlatımına karışmayı seviyorum.

Çocuk kitapları yazmaya karar verme sebebim ise bir çocuğun kurduğu düşün bir anda sönmesiydi. On beş, on altı yıl öncesiydi Ankara’da Kızılay’a gitmek için dolmuşa binmiştim. Soğuk ve gri bir sabahtı, birkaç durak sonra bir baba ve oğlu dolmuşa bindi. Üstleri başları çok da iyi değildi. Dolmuşun en arkasındaki koltuklara geçtiler, ben de hemen önlerinde oturuyordum. Çocuk yedi ya da sekiz yaşlarında görünüyordu. Birden o kadar güzel, o kadar neşe dolu bir hayal kurdu ki, kurduğu hayali heyecanla babasına anlatıyordu. Gri Ankara sabahına güneş doğmuştu, çocuğun bu hali çok hoşuma gitmişti, gülümsemiştim. Sonra babası birden “Onlar gerçek değil, hayal kurmayı bırak.” dedi sert bir tavırla. Yüzüm düştü, boğazıma bir yumru saplandı. Çocuk da susmuştu, inecekleri yere kadar da bir daha konuşmadı. Bu durum çok zoruma gitti. Hatta babasına içten içe kızmıştım ama sonra da bunun için kendime kızdım, sonuçta onun da neler yaşadığını bilmiyordum. Yine de bazı şeyleri yapmaya kalkışmanın gerekçesi bir takım bazı şeyler olamaz, hele ki söz konusu çocuklarsa kesinlikle olamaz. O gün karar verdim, çok daha iyi bir düş üreticisi olacak ve çocukların dünyalarını zenginleştirmek, düş gücünün onların elinde olduğunu ve sonsuz olduğunu onlara gösterebilmek için yazacaktım. Yapabileceğim bir tek bu vardı, gücüm buna yeterdi. Sonra fikirlerimi biriktirmeye başladım ve şimdi buradayım.               

• Puh Canavarı ve Cesur Suzi’den sonra ikinci çocuk kitabınız Pungfincim ile yeniden kitapseverlerin karşısındasınız. Bir kardeşi olacağını öğrenen Kayra’nın hikâyesini anlatıyorsunuz. Bu kitabın çıkış noktası neydi?

Pungfincim hikayesinde hayatımda karşılaştığım birçok şeyin izi vardır. Zaten hikayelerimin oluşma süreçlerinde tek bir olay yoktur. Birbiriyle ilişkili ya da ilişkisiz birçok olay bütünleşip hikâyenin bağlamını üretir. Puh Canavarı ve Cesur Suzi’de bir araya gelen, yaşanmış alakasızlıkları anlatsam kahkahaya boğuluruz. Pungfincim’in de ondan kalır yanı yok. Düş evreninde her şeyi herhangi bir her şeye dönüştürmeyi seviyorum.      

Pungfincim’e dönersek, önceden de bahsettiğim gibi 2012 yılında her şey yolunda gidiyormuş gibi görünürken aslında net bir şekilde gitmediğini görmemi sağlayan olaylar yaşamaya başlamıştım. O yıl bir bir rüya gördüm. Rüyanın bana öğrettiği bir şey vardı: İnsanlar bir bütünün parçalarıydı ve aralarında kopmayan bir bağ vardı. Bu bağ ait oldukları bütünden geliyordu. Rüyada bir arkadaşımla birlikteydik ve insan formunun dışında ama birbirine bağlı, ayrı olabilen ama yine de bütün bir forma sahiptik. Sonrasında dünyayı böyle algılamaya ve görmeye başladım. Her bir insanın daha büyük ve tek bir bütüne ait olduğunu, onun bir parçası olduğunu kavrayabilmiştim. Aynı yıl arka arkaya ve sürekli olarak hoş olmayan şeylerle karşılaşmaya başladım. Bazen insanın etrafını çok sayıda Puh Canavarı sarabiliyor. Gerçi sonra hepsini izledim, öğrendim ve anladım… Yine de yaşamaya başladığım durumlardan dolayı her şeye gücünün yetebileceğine inanan, enerji ve heyecan dolu ben giderek yaşama sevincimi kaybetmeye başladım.

Yazmaya başlayalı yaklaşık olarak bir yıl olmuştu. Hangi gün olduğunu hatırlamıyorum ama 2013 yılı Aralık ayının sonlarıydı. Yine gün içerisinde çok mutsuz ve umutsuz şeyler yaşamıştım. Canım çok sıkkındı. Akşam saat dokuzda masamı temizleyip bir mum yakıp kendimi iteleye iteleye kâğıda romanımın yeni bölümünü yazmaya başlamıştım. Bölümü bitirdiğimde kafamı kaldırıp pencereye baktım. Dışarda lapa lapa kar yağıyordu. Kar her zaman bana büyük bir mucize gibi gelir, dünyaya dair umutlanırım. Kalktım hemen yerimden, pencereyi açıp kokusunu içime çektim. İşte sönmüş bir gün ışığıyla karşılaşmam da bu gecede oldu…

Aradan yıllar geçti, 2020 yılı Ekim ayında bir cumartesi günü Edebiyat mezunu çok sevdiğim ve çok değer verdiğim, kitaplara âşık olan bir arkadaşımla telefonda konuşuyorduk. Normalde neşeli ve canlı gelen sesi o gün oldukça zayıf ve parıltısızdı. Bu duruma benim de canım sıkıldı “Senin için yapabileceğim bir şey var mı?” diye sorduğumda, “Geçici bir şey. Boş ver, geçer.” dedi ama benden geçmedi. Böyle zamanların ne kadar zor olduğunu biliyorum ve elimden gelen bir şeylerin olmasını çok istedim. Sonra sönmüş gün ışığı o gün, yedi yıl sonra tekrar karşıma çıktı ve o gece doğru düzgün uyuyamadım. Karakterlerim ortaya çıktıklarında her zaman kıskanç olmuştur. Ertesi gün sabah saat on gibi plansız bir şekilde yazmaya başladım ve akşam saat sekizde Pungfincim tamamen doğmuştu. Biraz ara verdikten sonra sabaha kadar hikâyeyi düzelttim ve pazartesi günü arkadaşıma gönderdim, “Bunu sen de bilmelisin.” dedim sadece, sesi hala parıltısızdı. Yarım saat sonra tekrar aradı. Kitabı okumuş ve çok hoşuna gitmişti. Sesi çok olmasa da son konuşmamıza göre oldukça canlı geliyordu, “Çok güzel, harika olmuş. Sadece Ay Işığı Parıltısı’nı hayal edemedim, biraz daha betimlemelisin.” deyince kahkaha attım. Sonuçta ona ışığı hatırlatmayı başarmıştım, bu cümle onun parıldama şekliydi.

Pungfincim’in ortaya çıkışı böyle oldu. Kayra’yla ilişkisini sorarsanız, Kayra sadece kendi değerini korumaya çalışan bir çocuk. Sonuçta bir birey olarak çocuğun aile içinde kendince tek bir değeri vardır: Sevgi. Fakat çözümü ve bakış açısı doğru değil, kendi değerini karşılaştırma yaparak sorguluyor, bazen hepimizin yaptığı gibi. Sonra da yolculuğu başlıyor…

Bazı zamanlarda ışığımızı hatırlamaya hepimizin ihtiyacı olabiliyor. Pungfincim’in insanlara ulaşmasını istedim, özellikle de çocuklara. Bu yüzden yayınevine gönderdim. Sonra kitabın yayımlanma serüveni başladı.     

 • Baş kahramanımız Kayra ile sonsuza dek yok olmamak için ait olduğu kalbi arayan ve parıltısına yeniden kavuşmayı isteyen gün ışığı arasında duygusal bir bağ var. Sizin gün ışığına can vermek nereden aklınıza geldi?

Bu sorunuz çoktan unutmuş olduğum bir şeyi hatırlamama neden oldu, böylece fersah fersah uzaklaşmış olduğum bir konu olduğunu da fark etmiş oldum. Tabii sorunuzun duymak istediği cevap çok net. Ait olduğu kalbi arayan gün ışığını soruyorsunuz ve bunun öncesinde de “duygusal bir bağ” ifadesini kullanıyorsunuz. Bunu fark etmiş olmanız ve böyle bir çıkarım yapmanız şaşkınlıkla hayranlık arasında bir hisse kapılmama neden oldu. Bu noktada şu an benim de size sormak istediğim sorular aklımı kurcalamıyor değil ama bu röportajı ele geçirmek istemiyorum, şimdilik…

Gün ışığının ilk hali kartpostala yazılmış çok minik, beş satırlık bir hikayeydi, o zaman ışıl ışıldı. Sonra sönmüş bir gün ışığına dönüşerek taslak olarak telefonuma kaydettim. Söylediğim gibi 2013 yılıydı ve o zaman sadece sönmüş küçük bir gün ışığı vardı taslakta. Her ne kadar şeffaf biri olmayı tercih etsem de bu taslağı kaydetmeme neden olan şeyi anlatmak konusunda biraz cimri olmak istiyorum. Anlatmak sorun değil ama bende kalsa daha iyi olur, çünkü Pungfincim hikayesinin söylemeye çalıştığı şeylerin tam tersi bir durum. Hikâyenin şu anki anlamını değiştirmek istemem. Yine de ufak da olsa şunu söyleyebilirim: Işığımızın kaynağı başka biri değildir ve onu başka birinde bulamayız, bazen kelimelerin adresleri yanlış olabiliyor. İlk sorunuza verdiğim cevapta söylediğim gibi kendi dünyama yeni doğmuştum ve öğrenmem gereken çok şey vardı. Hem kendime hem de insan olmaya dair… Hala da öğreniyorum.

• Çocuk kitaplarının hep güzel bir amacı vardır, bu kitabınki nedir? Çocuklara ve ebeveynlere ne anlatmak istediniz?

Bir hikâye yazılıp yayımlandıktan sonra anlamsal düzlemi artık yazara ait değildir. Okuyan her okur kendi gerçekliği aracılığıyla hikayeyle bağ kurup kendi anlamlarını yazarın kelimeleri üzerinden yeniden üretir. Dolayısıyla kitabın amacı da okurun hayatıyla yeniden üretilir. Siz bir yazar olarak bunu tam anlamıyla tanımladığınızı düşünseniz de her zaman çoklu olasılığa açık bir konudur. Sanırım bu da ürettiğim düşün insanlarla buluşması noktasında en çok heyecan duyduğum şey. Gündelik hayatımda belirsizlikleri sevmem ama buradaki belirsizlik beni oldukça heveslendiriyor.

Yine de söylediğiniz gibi çocuk kitaplarının bir amacı vardır, bazen yok dense bile olur. Pungfincim’in amacı her şeyden önce bir şeyleri tanımlamaktan öte çocukların/insanların zihninde poetik bir düşünce kanalı açmak. Neticede insan yaşamı poetiktir: Yapısal olarak birtakım benzerlikler olsa da içerik farklı ve eşsizdir, değilse de öyle olmalıdır. Pungfincim de çocuklara ve yetişkinlere/ebeveynlere öz saygı geliştirmenin temelini, bunun nereden geldiğini anlatmaya çalışarak kendi hayatlarında sahip olabilecekleri tek ve eşsiz gücü onlara göstermeye çalışıyor. Dahası bunun nasıl paylaşılabileceğini de anlatıyor. Umarım hedefini gerçekleştirebilir. Kendi eşsizliğini kavramış, dünyayı öğrenmeye, anlamaya çalışan, ışıl ışıl parıldayan çok sayıda gün ışığının olduğu bir ülkede yaşadığınızı hayal etsenize. Günümüzde yaşadığımız birçok sorunun, birçok mutsuzluğun çözümü olmaz mıydı bu? Kendi ışıltısıyla ilgilenen gün ışığı başkalarının ışıltısından da korkmaz aksine bunu daha da güçlü görmek, hissetmek ister. Bu bizi güçlüden de güçlü yapmaz mı? Mesela sizinle röportaj aracılığıyla tanıştım ama bir birey olarak Pungfincim’in anlatmaya çalıştığı o gücü keşfetmiş olmanızı ve çok güçlü olmanızı isterim, siz de benim bu anlamda çok güçlü olmamı istemelisiniz. Aynı coğrafyada yaşıyoruz ve mekân bireysel değil toplumsaldır, siz ne kadar güçlüyseniz ben de o kadar güçlüyüm, ben ne kadar güçlüysem siz de o kadar güçlüsünüz demektir. Sözüm o ki benden farklı düşünebilir benden farklı bir yaşam tarzına sahip olabilirsiniz, zaten eşsizlik bunu doğurur ve bu çeşitlilik zenginliktir. Bütünün parçaları olarak kendimize ve bütüne dair yapacağımız en iyi şey kendi ışığımızın nasıl güçlenebileceğinin keşfine çıkmaktır düşüncesindeyim, hoşgörü ve dayanışma eşliğinde. Tabii önce gün ışıklarının varlığının farkında olmalıyız…

• Kitaptan bir alıntı yapmanızı istesem, hangi cümleleri seçerdiniz?

Aslına bakarsanız kitabın başından sonuna kadar çok fazla alıntı yapabileceğim cümle var. İlk olarak gün ışığının “Biz ışığımızı kaybedince ışığın ne olduğunu da unuturuz.” cümlesini söyleyebilirim. Sonra gün ışığının özelliğiyle ilgili olan “Sabırlıdır, hayatı anlamasını ve öğrenmesini bekler.” cümlesiyle “Hiçbir gün ışığı kendine küsen kalpte barınamaz.” cümlesini söyleyebilirim. Bir de “Kar taneleri eşsiz mucizelerdir ve ben her birine eşsiz bir sevgi beslerim.” cümlesi var, bu cümleleri seçmemin nedenini bulmayı kitabı okuyacak kişilere bırakıyorum. Dilerim çok güçlü ve devasa bir pıt bulutu makinalarının olması için bu bilgi onlara rehber olur.   

Bunların dışında ilham ve reddetmek üzerine çok değerli bulduğum iki cümle daha var ama bunları söylemek önerdiğiniz bir filmin sonunu söylemek gibi olur. Yine de kendimi zor tutuyorum, susmalıyım…     

• Çocukken en severek okuduğunuz kitaplar nelerdi?

Laura Ingalls Wilder, “Küçük ev”. Benim okuduğum ilk uzun soluklu kitap. Okulun kütüphanesinden okunsun diye rasgele bana düşen kitaptı. Bir hafta süre verilmişti, birkaç sayfasını okuyacak kadar vaktim oldu ve bitiremedim. Hikâyenin sıcaklığı aklımda kalmıştı. Sonra tekrar dağıtılırsa özellikle onu isteyecektim, ama kütüphane kolunun iki üç haftalık etkinliği sona erdiği için sınıftaki kitaplıkta kaldı. Benim de gözüm onda kaldı. Gittim, aldım ve eve götürdüm. Her gün yatmadan önce üç beş sayfasını okumaya başladım. Bitmesini de istemiyordum, okuduğum sayfa sayısını azalttım ve dönemin sonuna doğru bitmişti. Sonra tekrar götürüp yerine koydum. Kahverengi, kumaş ciltli, yıpranmış bir kitaptı. Ciltli kitaplara zaafım da buradan geliyor sanırım. Diğer sevdiğim kitaplar için de “Çocuk Kalbi” ve “Şeker Portakalı” diyebilirim. Yine de beni en çok etkileyen kitaplar “Simyacı” ve “Hayvan Çiftliği” oldu.

• Ebeveynlere okul öncesi dönemde kitap sevgisi kazandırmak için neler önerirsiniz?

Her ne kadar çocuk olarak tanımlasak da çocuk insan olarak sosyal bir varlıktır. İlk sosyal ortamı da evdir. Toplumsal yapının gerektirdiği gündelik performansları ailesinden öğrenmeye başlar, sonra dünyaya açılır ama önce oldukça yerel bir dünyaya. Dolayısıyla ebeveynlerin yaşamlarında kitapların olması çocuğun kitaplarla tanışmasını sağlar. Kendi gerçekliğine bir dinamik olarak eklenir. Yani kitaplar konusunda yetişkinlerin çocuklara örnek olması bu durumu kolaylaştırır. Fakat çocuğun ebeveynlerinden ayrı bir “birey” olduğunu da unutmamak gerekir. Çocuğuna kitap okuma alışkanlığı kazandırmaya çalışan ve kendisi de kitaplarla haşır neşir olan ebeveynlerin çocuğu ilerleyen yaşlarda kitaplara ilgisini kaybedebileceği gibi kitaplara hiç ilgisi olmayan ebeveynlerin çocukları da ilerleyen yaşlarda kendiliğinden kitap sevgisi kazanabilir. Şayet çocuğa kitap sevgisi kazandırmak için kitaplar alıp onu zorlarsanız onu nesneye dönüştürmüş olursunuz. Çocuk bunu hisseder, sonra da kitapları ve okuma edimini kendinden dışsallaştırabilir. Bu durumların oluşmaması için çocuğu “zorlanan” değil “talep eden” bir bireye dönüştürmekten yanayım. Bu çok bilincinde olunan bir ebeveyn etkinliği olmalıdır. Her şeyden önce kitapları gözü açık düş görme etkinliği olarak görmek gerekir. Düş görmek ve kurmak zaten insan olmanın doğasıdır. Okul öncesinde çocukla birlikte kitaplar dışında hikayeler üretilebilir. Bu hikayelerdeki karakterlerin çok çeşitli olması çocuğu dünyanın çeşitliliğine hazırlar. Çocuk gelişim evresinde çok fazla sorunla yüzleşir, gelişim sorunları, hastalıklar gibi, üretilen hikayelerdeki karakterler böyle zamanlarda bir anda şaşkınlıkla ortaya çıkar ve çocuğun hayatına dahil olarak sorunun çözümünde ona yardımcı olabilir. Düş evreninde üretilen karakterlerin çocuğun sorunlarını çözmede yardımcı olması çocuğa önemsendiğini hissettirecektir. Bu değerli deneyim çocuğun da düş evreninde olup bitenleri önemsemesini sağlayacaktır, çünkü dikkatini çekecektir. Böylece ebeveyn düş evreniyle çocuk arasında bir köprüye dönüşür. Bu köprü görevi ara ara yerini resimli kitaplara bıraktığında çocukla kitaplar arasında, çocuğun talep edeceği, bir bağ oluşacaktır. Çünkü kitaplar artık sadece okuma etkinliği aracı olmaktan çıkacak ve başka anlamlar taşıyacaktır: Önem, değer ve sevgi. 

Tatlı mı tatlı üç yeğenim var ve bir tanesinin hayatına doğduğu günden itibaren çok fazla tanık olmuş durumdayım. İşte bu durum yetişkin aklımın birçok şeyi çocuk bakışına yükseltebilmesini, indirgeme diyemeyeceğim buna, sağlamıştır. Şu an altı yaşında ve artık düş evrenine kitaplar aracılığıyla ulaşmayı talep eden ve bazen kendi evrenini de kurabilen bir düş üreticisi. Nasıl mı? Buna bir örnek vererek bahsettiğim şeyi daha da anlaşılır kılmak isterim.

Yeğenim dört yaşındayken bir gün ateşi çıktı ve ateşten dolayı havale geçirdi, iki gün hastanede kaldı. Sonra eve geldiklerinde ilaçlarının birkaçını kullanmayı reddediyordu. Öncesinde birlikte kurduğumuz bir düş vardı “Yağmur Yağdıramayan Küçük Gri Bulut” diye. Merak etmeyin o küçük gri buluta yeğenimle yağmur yağdırması için yardım etmiştik. Şimdi o da bize yardım edecekti:

“Hiyyy! Ben sana söylemeyi unuttum.” dedim birden, hemen dikkatini topladı.

“Neyi unuttun dayı.” dedi, hala ara ara yükselen ateşten dolayı tam olarak toparlayabilmiş değildi.

“Yağmur yağdıramayan küçük gri bulut vardı ya, şimdi hiçbir sorunu yokmuş. Bütün bulutlardan daha çok yağmur yağdırabiliyormuş artık. Sen hastanedeyken pencereye geldi, seni sordu. Hasta olduğunu söyledim, senin için önce çok endişelendi ancak sonra iyileşmen için bir damla bulut göz yaşı verdi. ‘Bunu diğer ilaçlarıyla birlikte içecek ve hemen iyileşecek. Hatta eskisinden daha sağlıklı olacak.’ dedi.” diyerek avucumu açtım, avucumda üçgen kapsül içinde sıvı E vitamini vardı. Görünce şaşkınlıkla gözleri kocaman açıldı. “Seni çok sevdiğini söyledi.” diye de ekledim. Sonra “Hadi ilaçlarımızı içelim.” deyince hemen hareketlendi. Önce E vitaminini sonra da diğer ilaçlarını hiç itiraz etmeden içti ve akşamına toparlamaya başlamıştı.

Bu ve bunun gibi çok şey yaşadık, düş evreniyle arasında bir bağ kurulmuş oldu, bu da kitapları sevmesini sağladı. Odamda çalışırken usulca yanıma yaklaşıp bilgisayar ekranında bir yazı varsa “Dayı, o hikâye mi?” diye sorar bazen ve sonra da okumamı talep eder. Burada şunu da belirtmek isterim, çocuğa küçük gri bulutun aslında düş evrenine ait bir düş olduğunu ve yaratıcılıkla, düş kurarak, gerekiyorsa güvendiğimiz büyüklerimizden yardım alarak sorunlarımızı çözebileceğimizi anlatmamız gerekiyor. Bu sayede gerçek ve düş arasındaki farkı algılayacak ve diyalektik düşünce yetisi de güçlenecektir.


İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir