“Büyüdüm, hayal dünyasında yaşayıp hayallerini yazan biri oldum sonunda. Bir yanım hiç büyümeyip çocuk kaldı. İyi ki öyle oldu.” (Cemil Kavukçu)
Masallarla yaşanmışlıklar arasında bir yolculuk var bu kez sizinle paylaşmak istediğimiz. Cemil Kavukçu’nun hiç büyümeyip çocuk kalan yanıyla yazdığı öyküler, gökkuşağına uzanan renkli bahçelerimiz, sokakta kurduğumuz oyunlar, sahnede olmak için can attığımız anlar… Çocukluk ilginç bir yer; bir yanımız hep buruk, ama bir yanımız da hep şenlikli. Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin eskimeyen anılarımız bugün her şeyi aydınlatıyor. Hikâyeler Kavukçu’dan, çizimler yine Mustafa Delioğlu’ndan. Onlar bu bölümdeki yol arkadaşlarımız…
Masalların, çocukken çaldığımız eriklerin, sokakta geçen zamanlarımızın ve dört ayaklı dostlarımızın izinde süren yolculuğumuzda bu kez konuğumuz Cemil Kavukçu.
Bizimle oynar mısınız?
Şimdi iki çocuk ruhun kaleminden, Cemil Kavukçu!
Özgür’ün kaleminden:
Anlatı diline her zaman şapka çıkaracağımız büyük ustadır Cemil Kavukçu. Yazdıkları bir bütün olarak okuyanların şansıdır; şansımızdır. Özellikle öykücülüğümüzde tutunduğumuz güçlü dallardan biridir.
Hikâyelerinde tasvir ettiği dünyalara herkesi misafir eden buyurgan bir yazardır o. İlk gençlik yıllarının en güzel anlatıcılarından biridir. Hakkında neler yazsak, nasıl tanımlasak sanki eksik yazıyormuşuz hissiyatı uyandıran tam bir usta kalemdir kendisi. Çocukların hayal kurmasına ve bu hayallerini yazmasına özendiren öyküleri vardır.
Kendisini, “Çocukken okuduğum kitaplardaki, izlediğim filmlerdeki kahramanlardan biriyim ben,” diye tanımlar.
İnsanın ilgi duymadığı bir konuyu bile keyifle okunur kılan sihirli bir anlatım tarzı vardır. Hikâyeyi sanata dönüştürür. Usta kalemin ellerinden çıktığı hemen belli olur. Can sıkıntısını bile o kadar güzel ve gerçekçi anlatır ki, okurken birden canınız sıkılıverir. Yaşatmaya çalıştığı dünyaya ve hayata hemen adapte olursunuz. Sözcükler bitmesin, hikâyenin sonu gelmesin istersiniz.
Son kitabı İlginç Bir Şey Yapmalıyız (Can Çocuk 2021) taze taze raflardaki yerini almışken Kavukçu’dan bahsediyor olmak çok keyifli. Çünkü kitabın etkisi de taze. İki arkadaş, sıkıcı geçen yaz tatillerinde maceraya atılmak için mahallerindeki terk edilmiş eve girerler ve gelişen olaylar aslında bizlere ilk gençliğe atılan adımların deneyimlerini hatırlatır. Sadece çocuklar değil, yetişkinler için de oldukça keyifli bir kitap bu. Düşünsenize çocuklarınıza onun kitaplarını yüksek sesle okurken duyulan hazzı, beraberce alınan hikâye tadını. Aynı güzellik 2010 yılında Memet Fuat Yayıncılık Ödülü’nü aldığı Yolun Başındakiler (Günışığı kitaplığı) kitabında da var.
Dizinin (Genç kaşifler için seçki) editörü Semih Gümüş bakın neler yazmış:
“Edebiyatın insana ne denli zengin bir kimlik kazandırabileceğini okuyarak görebilirsiniz. Nitelikli her edebiyat kitabı gözümüz kulağımız gibidir. Bize yeni dünyalar açar onlar. Ötesi Kafdağı. Cemil Kavukçu edebiyat dünyamızın üstünde en çok durulan, en çok okunan öykücülerinden biridir. Güçlü birikim ve geleneği olan, büyük ustalardan sonra hemen onların yanına yazabileceğimiz öykücüdür. Anlattıklarını çok iyi tanıyor oluşu ve hikâyelerini nasıl anlattığı kendisine değer katan başka özellikleridir. Hikâye kişilikleri ve dilleri, kimliklerine uygundur. Kurmaya çalıştığı dünyaya hep uygun dille ulaşmıştır. Yolun Başındakiler, son zamanlarda okuduğum en önemli gençlik romanlarından biridir.”
Teşekkürler Semih Gümüş, ne kadar güzel tanımlamışsınız.
Kavukçu’nun dönüp dönüp okuduğum öyküleri her seferinde yeni yazılmış hissiyatına sürüklüyor beni. Dili konusunda gerçekten çok samimi ve kişiliklere uygun bir üslup oluşturuyor. Tiyatro sanatçısı olarak çoğu öykülerini ve kahramanlarını sahne üzerinde hem yönetmek hem oynamak istiyorum. Toplumsal yapıları, fizyolojik ve psikolojik durumları o kadar net ki kendiliğinden ipucu veriyor zaten. Karakterler kendi kendilerini canlandırıp, oynayabiliyor. Okur bir yazardan daha ne bekler ki?
Diğer kitaplarından da söz etmek istiyorum sizler için… Genç okuyucularını yazmaya teşvik ettiği Bir Öykü Yazalım mı?’nın (Can Çocuk 2011) kahramanı Fatoş’un yazmak için verdiği uğraşa ve gereken tüm teknik bilgileri kullanarak başından sonuna kadar öyküsünün nasıl yazıldığına tanıklık ettiriyor. Hayal kurmaya ve en önemlisi bu hayalleri yazıyla nasıl ifade edeceklerini anlatan bir eser oluyor. Alkışı hak ediyor.
Benim için çok değerli bir eseri daha var Kavukçu’nun: Selo’nun Kuşları (Can Çocuk 2004). Defalarca okuyup her okuduğumda hüzünlenip Selo’ya ve camdan bakan çocuğa hayıflandığım pek kıymetli öyküsü Kavukçu’nun. Okurken kendi çocukluğum ve hayallerim canlanır zihnimde. Sonunu bile bile hep okurum, okumak isterim. Bitsin istemem. Zaman zaman Selo olurum, zaman zaman pencereden bakan çocuk olurum. Soğuk, üşümek ve yalnızlık oyun olur bana, tıpkı Selo’ya olduğu gibi. Kopamam öyküden, su gibi aksın isterim. Selo bana masallar anlatsın, dinleyeyim isterim. Kuşları anlatsın sabahlara kadar, hiç bitmesin. Hele hüzünlüyse, hiç mi hiç bitmesin. Çünkü bitince üzülürüm.
İşte böyledir Cemil Kavukçu ve yazdıkları, bitince üzülür okuru neden bitti diye. Lunaparkta oyuncaklara binen çocukların sevinci gibidir, hiç inmek istemezler işte…
Damla’nın kaleminden:
“Çocukken okuduğum kitaplardaki, izlediğim filmlerdeki kahramanlardan biriydim ben. Kötülerin korkulu rüyası bir uçan adamdım, kovboydum, tahta kılıcını düşmanlarına sallayan bir denizciydim, baltalı ilah ya da görünmez adamdım. Adaleti sağlıyordum. Evimizin arka bahçesinde mahalle arkadaşlarımızla kurduğumuz oyunlarda hep bunlar vardı. Kötülere en ağır cezayı verirdik o oyunlarda. Okuduğum çizgi romanlara özenerek defterler alıp, kendi uydurduğum serüvenleri yazıp çizdim. Büyüdüm, hayal dünyasında yaşayıp hayallerini yazan biri oldum sonunda. Bir yanım hiç büyümeyip çocuk kaldı. İyi ki öyle oldu. Selo’nun Kuşları’nı, Bopato’yu, Yeşilcik’i, Bir Öykü Yazalım mı?’yı da çocuk yanım yazdırdı bana.”
Cemil Kavukçu’nun şu bir paragraflık biyografisini okuduktan sonra daha fazla bir şey yazmaya gerek yok gibi geliyor önce. Öyle güzel anlatmış ki büyümeyen çocuk kalbini, çocuk yanının ona yazdırdığı öyküleri… Kavukçu, hala mahalle arkadaşlarıyla oyunlar kuran o çocuk ve bugün bu yazı boyunca benim de arkadaşım oluyor. Ondan daha güzel anlatmam mümkün değil belki, ama size oyun arkadaşımdan ve bir masalı andıran yolculuğumuzdan bahsetmek istiyorum.
Yayınevinden (Can Çocuk) ulaşan kargolar arasında beni ilk çeken bir masalın diğerini yarattığı, Bora’nın öyküsünün aktığı Masal Kurma Oyunu oldu. Kavukçu’nun, Bir Öykü Yazalım mı?’nın ardından çocukları yeni öyküler kurmaya davet ettiği bu kitapta, birbirini takip eden masallardan sonra kitabın son sayfasını da çevirdiğimde, artık çocukluğumun geçtiği mahallede arkadaşımla bir yürüyüşteydim. Bir yaz akşamında, sokak lambasının ışıttığı yolda komşu teyzelerin kapı önü sohbetleri arasındaydık. Biri çayları tazelemek için içeri girmiş, kalanlar gülüşerek oya örneklerinin rengine karar veriyor, bir diğeri oyasını bitirdiği yazmasını göstermek için başına örtmüş de öyle çıkmış. Çocuk zamanlarımda hiçbir önemi olmayan bu detaylara bir bir bakıyorum. Buradan çıkacak hikâyelerin peşinde adımlarken yerdeki seksek çizgisini görünce ne şimdi kalıyor ne de geçmiş. Hiçbir şeyin önemi yok. Taşı elimize almışız, bir’lerden başlıyoruz oynamaya. Çocuk yaşımızın çığlıklı sesleri komşu teyzelerin sohbetine karışmış. Damlardan babaların sesleri yükseliyor. Kediler, köpekler, kuşlar… Acı da kalmamış, öfke de… Her şey olması gerektiği gibi zamanın seyrini takip ediyor. Hepsi bu!
Masal Kurma Oyunu’nun sonunda şöyle diyor Kavukçu:
“… masallar gece kurulur, karanlığı ve sessizliği severler.”
Kendi masalımdan uyanırken çoktan geceyi geçtiğimde masalları neden bu kadar çok sevdiğimi bir kez daha fark ediyorum. Sabah uyanıp okula gitme gibi bir sorumluluğum kalmadığından beri, “Kalk, yerine yat!” diyen yok. Bir süredir onu diyen sesin sahibi de yok. İşte tam şu an Kavukçu’nun hikâyesinde olduğu gibi hüzünlendiğim, bir yandan da hala kalbimde sevgiyle dolu anıların içimi aydınlattığı zaman. Üzüldüm desem tam bir üzüntü hali değil, ama sevinçten havalara da uçmadım. Öylesine hayatın kendisi.
“Öylesine hayatın kendisi…” Böyle kendi kendime mırıldanmaya devam ederken elim Selo’nun Kuşları’na uzanıyor. Kavukçu, kendi çocukluğundan kısa hikâyelerle selamlıyor okurunu bu kitapta. Dünyayı yeni tanımaya başlayan çocukları merkezine aldığı bu kimi neşeli kimi buruk öykülerde, yeniden zamanda bir yolculuğa çıkıyoruz. Öyküler arasında dolaşırken bir kez daha hiçbirimizin yaşının bir önemi yok. Arka kapakta şöyle bir cümle var:
“Bir zamanlar çocuklar düşüp bayılana kadar sokaklarda oyun peşinde koşar, dinlenmek için ağaçtan erik çalardı…”
Bu cümleden sonra karşı komşunun erik ağaçlarına ağzımızın suyunu akıta akıta baktığımız o ana dönüyorum. Biliyorsunuz o anı. En az bir kez bulundunuz o erik ağacının önünde ve attınız ağzınıza. Çoğu zaman kimsenin haberi olmadan. Ben kapının arkasına saklanıp hızlıca yiyişimi hatırlıyorum. Ağaçtan meyve çalmak utanmaya dahil miydi bilmiyorum, ama utandığımı da hatırlıyorum. Yine de çocuk olmak haklı olmak demekti. Yalan yok, erikler de pek lezzetliydi. Daha önce de yazmıştım bu anımı. Şimdi yabancılaşıp bir masal gibi kendimden alıntılama zamanı:
“Karşı komşumuzun pek güvenlikli bir evi vardı. Komşular Kazım Amca’ya “Kel Kazım” diyordu. Hani her mahallenin bir çetin cevizi, nevi şahsına münhasırı vardır ya, bizimki Kazım Amca idi. Sesimiz biraz sınırı aşsın -ki sınır çok düşüktü- balkondan bağırır, topumuz bahçesine kaçmaya görsün bahçenin etrafını çevreleyen demirlere geçirip havasını söndürürdü. Sonrası malum, hepimiz başlarımız önümüzde, dudaklarımızı büke büke eve dönerdik. Ve gerçek şu ki, Kel Kazım çocukluğumuzun en çok korku yanını besliyordu. Ama bir bahçesi vardı ki; bahçeydi hani. Pek çok evin bahçesi vardı ve bize açıktı; ama onunki yasaktı. E tabii en cazip olan da oydu. Erik ağaçlarından ancak habersiz birkaç erik alıp bölüşüp evlerimize dağılıp gizli gizli yer, suç ortakları olarak oyunumuza geri döner, bundan hiç bahsetmezdik mesela…”
Masallar canlıydı evet, ama yaşanmışlıklar insanın hafızasındaki balıkları kanatlandırıyordu işte. Kavukçu, zihnimdeki en fiyakalı balığa renkli pul detayları olan bir geniş kanat takmıştı şimdi. O bilmiyordu, ama biz birlikte uçuyorduk…
Çocuk kitapları hangi yaşta olursak olalım alacağımız mesajlar barındırıyor. Art arda okuduğum Cemil Kavukçu kitapları arasında hayallere dalmak ve anılarda kaybolmak enfesti, ama mesajını en çok sevdiğim kitap, daha doğrusu seri, Bopato oldu. Barınakta başlayan dostlukları ile özgürlüğe açılan bir hikâyenin parçası olan Bobo, Pamuk ve Topik’in planlarını anlatan bu kitaplardan ilki Havhav Kardeşliği-Bopato. Kahramanlarımızın ilk karşılaşmalarının hikâyesinin anlatıldığı bu kitapta şöyle bir not da bırakmış Kavukçu:
“Rastlantıların bir araya getirdiği bu üç köpeğin yolları kesişinceye kadar insanlarla ve diğer köpeklerle kurdukları ilişkileri, acımasız koşullara karşı verdikleri mücadeleleri okurken siz de Bopato’nun bir üyesi olmak istemez misiniz? Büyükler de okuyabilir, onlar da gruba katılabilir!”
Bu nottan sonra en çok büyükler okumalı bu kitabı, diye düşünüyorum. İkinci kitap Özgürlüğe Kaçış-Bopato ise “Haydut’a ve tüm sokak köpeklerine…” ithafıyla kalbimi hem sıcacık ediyor hem de biraz burkuyor. Bir de yine beni anılarımın çağırışı oluveriyor. Sokağımızın köpeği Garip’le eğlenceli oyunlar kurarken, onu kızdırıp kovalatırken buluyorum kendimi. Öyle hızlı koşuyorum ki, nefes nefeseyim. Köpeklerin ve kedilerin sokakta arkadaşımız oluşlarının hikâyesi çocuk yanımızı nasıl da canlı tutuyor, diye düşünmeden edemiyorum.
Üçüncü kitap da Kafeste Bir Topik-Bopato’nun ise şöyle bir sloganı var:
“Biz bir aileyiz ve o yüzden Bopato’yuz.”
Özgürlüklerine kavuşurken birbirlerini kaybeden Bopato’nun bu kez başına gelenleri anlatıyor Kavukçu. Yine sıcacık ve yine yaşı çocuk. Yaş alırken hep çocuk kalmayı becermesinin yeryüzünde insanın başına gelebilecek en müthiş mucizelerden biri olduğuna inanıyorum. Cemil Kavukçu bunu başardığı için öyle şanslı ki, ikimizin yerine de dilimi ısırıp gökkuşağının renklerini hayal ediyorum. Aklıma renkler düşmüşken bahsetmek de buraya yakışır, tüm kitapların çizimleri Mustafa Delioğlu’na ait.
Kalbimde buruk bir tat bırakan Yeşilcik ile sonlandırmak istiyorum bu masalsı yürüyüşü. Fatoş’un anneannesine aldığı hediye ile başlayan anıların, onları bir başka yolculuğa çıkarışını anlatan bu kitabın ithafında da “Anneme…” yazıyor.
Sonra mı?
Üzerinden zaman geçtiği halde eskimeyen anılarımıza birlikte göz kırpıyoruz…
İlk yorum yapan siz olun