İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Çiğdem Sezer ile “Yeryüzü Güvercinleri” Kitabını Konuştuk


Sığınmacı olmanın, evini kaybetmenin ve “gidecek bir yerinin olmamasının” duygusunu Yeryüzü Güvercinleri isimli yeni romanınızda oldukça çarpıcı bir biçimde aktarıyorsunuz. Bugün binlerce sığınmacı çocuğun yaşadığı dünyada bu hikâyeyi anlatmak, sizin için nasıl bir duyguyla başladı/ortaya çıktı?

Trajedilerin tarihi insanlık tarihi kadar eski. Savaşlar, afetler, bireysel yıkımlar vb. Tüm bunlardan ne yazık ki çocuklar da etkileniyor. Üstelik hiçbir sorumlulukları olmadığı halde. Dünyayı sihirli değnekle düzeltmek olanaksız ama en azından karşı durarak direnebiliriz bu felaketlere. İnsan zekâsının geldiği şu noktada bile savaş en ilkel, en acımasız haliyle yanı başımızda devam ediyor. Çağından sorumluluk duyan, vicdan sahibi herkesin kendi alanında buna karşı koyması insan olmanın gereği değil mi? İşte Yeryüzü Güvercinleri romanı, bu duygu ve düşüncelerle ortaya çıktı. Yaşananlardan acı duyuyorum diyen herkesin kendi enstrümanlarıyla tepki göstermesi gerekiyor. Kabul etmemek de bir direnme biçimidir. Ben de en iyi yaptığıma inandığım şeyle yani yazıyla karşı durmayı seçtim.

Leyla’nın hastanede karşılaştığı Juju, aslında önceki kitaplarınızdan tanıdığımızı düşündüğüm bir karakter. Farklı kitaplarınız arasında bu tür bağlar kurmak sizin için ne anlam taşıyor?

Benim için yazmak sadece kurgusal bir hikâye anlatmak anlamına gelmiyor. Kahramanlarımın gerçek hayatta yaşıyor oldukları duygusunu da verebilmek istiyorum. En azından kendim böyle olmasını istiyorum. “Yazdım, bitti” diyerek unutmuyorum kahramanlarımı. Bunu isterseniz bir yazarın kurmaca dünyasındaki devamlılık olarak algılayın, isterseniz dünyanın aslında o kadar da kocaman bir yer olmadığı anlamında kabul edin. Kâğıt toplayıcısı bir çocuğun yıllar yıllar sonra karşınıza bir kalp cerrahı olarak çıkması gibi. Hayat dediğimiz yapbozun ne zaman neyi karşımıza çıkaracağı pek de belli olmuyor. Öyleyse o güçlü konumlarını hiç kaybetmeyecekmiş gibi davrananların kendilerine bir bakmaları gerekmiyor mu? Benim roman kahramanlarım arasında kurduğum bağ de bunu anımsatma çabası bir anlamda; dün kâğıt toplayarak hayata tutunmaya çalışan o çocuk bugün kalp ameliyatınızı yapacak cerrah olarak karşınıza çıkabilir. Ya da sığınmacı diye aşağılanan çocuğa, bir hastane odasında hemşire olarak denk gelinebilir. Özetle, benim kahramanlarım bir yazarın hayal dünyasının küçük oyunları olarak bağ kurmuyor birbirleriyle. Hayatın olasılıklar zenginliğini anımsatmayı amaçlıyor. Sadece bu yüzden bile empati yapmamızın gerekliliğini işaret ediyor bir anlamda.

Noam karakteriyle savaşın bir de “öteki tarafı” olduğuna değiniyorsunuz. Bu empatik bakış hem çocuklar hem yetişkinler için oldukça kıymetli. Sizce “karşı tarafın çocuğu”nu göstermek, barışın diline nasıl bir katkı sunuyor?

Ah o bizim tozpembe yanılgımız! Dünya bizden ibaretmiş gibi yaşamalarımız. Oysa “biz” varsak “öteki” de vardır. Hatta daha da ileriye gidip şöyle demek de mümkün: “Biz” varsak, “öteki” var olduğu içindir. Elbette yaşamımızı “öteki”nin varoluşuyla konumlandırmamalıyız ama onun varlığını göz ardı ederek de yaşayamayız. Aksini düşünüp hamasi söylemlere kapılmak bizi savaşların acımasızca sürdüğü bu noktaya getiriyor. Yeryüzü Güvercinleri’nde savaşı sadece Leyla’nın gözünden aktarsaydım çok şey eksik kalırdı ve üstte söz ettiğim hastalıklı düşünceye katkı sunmuş olurdum istemeden de olsa. Noam’ın o kısacık varlığı ve birkaç cümlelik katkısı, her zaman bir “öteki taraf” olduğu gerçeğini vurguluyor. Ve o “öteki taraf” farklı bir bakış açısını da sunuyor okura; kötülük ve bencillik yayılmacıdır evet ama vicdan ve ahlak da hep orada bir yerdedir. Noam, “karşı taraf”ın çocuk askeri ve gerçekte olmak istediği yer savaş alanı değil. Yanındaki asker arkadaşı ile farklı davranış biçimi sergiliyorlar ve biz elbette Noam’ın safında yer alıyoruz. “Karşı taraf”ta başka nice Noamlar’ın olduğu duygusuyla. Bu da barışı getirebilecek olan dünya algısının temelini oluşturan bir farkındalıktır elbette. 

Eman Nine, Juju Hemşire, Doktor Leyla gibi karakterler, savaşın ortasında bile şefkatin ve iyileştirici yetişkinliğin mümkün olduğunu gösteriyor. Çocuklara yazarken bu tarz yetişkin figürleri sizin için ne ifade ediyor/ne anlama geliyor?

Tam da söylediğinizi işaret ediyor; her koşulda iyileştirici yetişkinlik mümkün. Çocuğa yaşamın her alanındaki karşıtlıkları sunmak durumundayız; iyi kötü, güzel çirkin, siyah beyaz… Ve bunlar arasındaki geçirgenliği. Hepimiz insan olmaktan kaynaklı iyi ya da kötü olabilme potansiyeli taşıyoruz. Işığı hangi yanımıza tutarsak o yanımız işlevsellik kazanıyor. Böylece “iyileştirici yetişkinlik” için de zemin sağlanmış oluyor. Ya da tam tersi. Ben de yazdıklarımla ışığı o iyileştirici zemine tutmaya çalışıyorum. İnsan bazen çok acımasız olabiliyor, evet. Ama tam da orada bir yerde bir başkası şefkatiyle, masalı ve ninnisiyle, omzunuza dokunan eliyle, buradayım diye fısıldayan sesiyle sizi çekip çıkarıyor içine düşmek üzere olduğunuz kuyudan. Savaşı çıkaranların “kötü”lüğünü anlatmak gereksiz. Zaten yaşıyor çocuk o kötülüğü. Ya da tanık oluyor bin türlü şekilde. İhtiyacımız olan, bu acımasızlığa karşı direnen şefkatin varlığını duyumsatmak. Yeryüzü Güvercinleri’nde saydığınız karakterler, Son Şans Durağı’nda Kenan Abi, Barış Hoca; İçli bir Çubuk Kraker’de Şahika Hanım Teyze; Kamyon Kafe’de Derviş Baba, Mukadder Sultan… Bunlar benim iyileştirici yetişkin kahramanlarım. İtiraf etmeliyim ki varlıkları ile beni de iyileştiriyorlar.

Röportaj: Pınar Yılmaz


İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir