Her çocuğun maceraya verdiği önem ve arayışı farklıdır. “Fakirdağ”ın ana karakteri Derin de diğer çocuklar gibi ama onun “macera” anlayışı biraz daha farklı. Çocukların hikâyelerde, oyunlarda ve hayatın içindeki serüven arayışını nasıl yorumlarsınız?
Çocukların hayal gücü biz sakatlamadığımız, özgür bıraktığımız sürece sınırsızdır. Küçücük bir odada sandalyeler korsan gemisi, çarşaflar çadır ya da yelkenli olur. Dediğiniz gibi kimisi daha hareketlidir; ağaçların tepesinde kaptancılık oynar, kimisi küçük bir fidanlıkta kendisini ormanlar kâşifi, süper kahraman sanır, bazısı oturduğu yerden oyuncaklarını uzay gezisine yollar bazısı da kısa bir hafta sonu gezintisine çıkarken bile büyütecini, pusulasını, değneğini yanından eksik etmez – aslında baktığı her yerde yeni bir şey gören çocuklar doğuştan kâşif sayılmaz mı zaten… Çokça örneğine de rastlarız bunun. Örneğin, 1940 yılında, savaşın arifesinde Fransa’nın güneyinde, günümüzden 10 bin yıl öncesine ait fosil ve kalıntıların bulunduğu Lescaux mağarasını keşfeden çocuklar olmuştur.
Elbette, “dijital doğanlar” dediğimiz, teknolojinin göbeğine doğan 2000 sonrası kuşağın özellikle son yıllarda ekran odaklı eğlence anlayışıyla birlikte bu özelliklerini kaybettiğinden sıkça yakındığımız da oluyor. Teknolojiyi bütün çocuk oyunlarını ikame edebilecek bir seçenek olarak sunmak maalesef biz yetişkinlerin çocukların hayal dünyasını sınırlama, sakatlama yöntemlerimizden biri. Özgürce koşturup, keşiflerini güvenli biçimde yapıp türlü serüvenlere atılacakları bir dünyayı her geçen gün daha fazla daraltıyor, kısıtlıyor, tırpanlıyoruz. Oysa ekran odaklı oyunlar çocukların özüne yabancı, yeter ki iş işten geçene dek diğer seçeneklerden uzak tutulmasınlar; keşfetme, hayalleriyle serüven yaşama yetilerini geliştirebilecekleri özerk, özgür ortamları, zamanları olabilsin. Şu koşullarda çok zor görünüyor ama onlara yeniden yelken açabilecekleri ağaçlarını, deney yapabilecekleri yapraklı böcekli, yabani otlu bahçelerini, güvenle oynayabilecekleri sokaklarını geri kazandırmamız şart.
Derin ve ailesi, deprem sonrası yeni bir hayat kurmak zorunda kalıyor. Bugünlerde insanların çeşitli –toplumsal, ekonomik, ailesel– gerekçelerle çokça yüzleştiği bir gerçek bu. Bir çocuk romanında, böylesi zor bir konuyu ve gerçeği işlemenizin nedenini merak ediyorum…
Aslında bu “zor konu” hepimizin hayatında şu ya da bu şekilde var bence. Sonuçta hepimiz bir yerlerden geldik, bir yerlere gidiyoruz. Nüfuslar devri daim içinde. Son yıllardaysa daha büyük göçler, yer değişiklikleri yaşanıyor; iklim krizi, savaşlar, ağırlaşan ekonomik koşullar sebebiyle yakın gelecekte daha kitlesel olanları da kapıda. Çocuklarımızın ya da bir nesil sonramızın dünya yüzünde ne yaşayacağı belli değil. Dolayısıyla, “göç” olgusu sizin de belirttiğiniz gibi günümüzde en önemli mesele haline geldi, köklü bir değişim yaşanmadığı sürece kolay kolay da farklılaşacağa benzemiyor bu durum.
Elbette benim “Fakirdağ”da bu konuyu ele alma şeklim tam olarak bu denli geniş kapsamlı değildi, daha ziyade yakın ve uzak çevremde yerinden yurdundan edilmiş çocukların yaşadıklarından, bocalamalarından, sarsıntılarından yola çıktığımı söyleyebilirim.
Önceki soruyla bağlantılı olarak, ailenin yaşadığı değişimin etkisini Derin’in rüyaları aracılığıyla anlıyoruz. Anlatımınıza “rüya” gibi bir enstrümanı katma nedeninizi açıklar mısınız?
Çocuklukta hayallerle gerçekler çoğu kez iç içe geçer. Çocuk gündelik hayatında ona zorluk çıkaran bir olayı bazen rüyasında halletmeye çalışır; tekrarlı kâbuslar da başa çıkma yöntemlerinden biridir belki. Rüyalara özel bir önem atfettiğimi söyleyemem, ama yine de çocukken gördüğüm, izleri şu yaşımda bile silinmemiş bazı rüyalarımı hâlâ hatırlarım. Kitapta Derin’in yaşadığı somut çalkantıların duygu dünyasındaki izlerini sürmek için bir anlatım biçimi olarak başvurdum rüyaya. Gerçek hayatın sembolik karşılığı, zihnimizdeki yansıması gibi sanırım…
Herkese göre “ev” farklı yorumlanabilir. Derin için de “ev” okulunun, arkadaşlarının ve daha pek çok şeyi yapabildiği yerdi. Sizin “ev” kavramına bakışınız bu romana nasıl yansıdı?
Derin’in bütün alışkanlıklarıyla, kokusu, rengi, dokusuyla kendini ait hissettiği evinin yerini, alışkın olmadığı bambaşka bir kasaba, insanlar ve ev alıyor. Fakat kısa sürede serüvenler, arkadaşlıklar, dayanışma, hayvan, doğa sevgisi, keşifler ve yeniye olan merakı aracılığıyla bu yeni evle bağ kurup onu benimsemeye, kendine ait kılmaya başlıyor. Uyum sürecinde üç temel duygu ona destek oluyor: keşif merakı, sevgi ve en önemlisi dostça dayanışma. Benim için de böyle yürüyor süreç az çok, nerede olursam olayım yaşadığım mekânla bağ kurabilmenin yolunu bulmaya çalışıyorum; eşyalarla, evlerle takıntılı ilişki kuran biri değilim. Hatta işimi görecek kadarı bana yeter de artar, sadeleşmekten yanayım. Dolayısıyla “ev” dediğimiz, sevdiklerimizle, bitkilerimizle, ev arkadaşı canlarımızla huzurlu ve güvenli bir hayat kurabildiğimiz herhangi bir yer olabilir bence. Elbette yeni bir hayata uyum sağlarken o mekâna bizden önce yerleşenlerden, çevremizdekilerden destek görmek, dostça dayanışmanın gücünü hissetmek en önemlisi.
Röportaj: Kamil Erenli
İlk yorum yapan siz olun